28 Ocak 2010

Gren - SEN





| MySpace Video


Bütün gün, bütün gece dinlenir.
Pek Şükela

24 Mayıs 2009

"Vızzzzzzzzz" Gelir...!

Dün gece bir sivrisinek tüm hayat görüşümü kökten değiştirdi. Gecenin köründe bir aydınlanma yaşadım ki sormayın…

Günlerdir aklımda yazacak onca şey varken, hatta birkaçını da yazıp bitirmişken; hepsinden vazgeçtim ve sizlere bu aydınlanmamı paylaşmak istedim… Dün gece fark etim ki; yok teknolojik gelişmeymiş yok modern hayatmış, yok 21. Yüzyılmış… arkadaş hepsi palavra…”. “Bu başlık ne? neden bahsediyorsun ? ne modern hayatı..” diyenler şöyle buyursun…

Gece 2 civarında evime dönerken yolda bazı mahallelerde elektriğin kesik olduğunu görüp; “asansörsüz nasıl yukarı çıkacağım” diye aklımdan geçirmeye başladığımda maalesef ki sorunun bir asansörden ibaret olmadığını düşünememiştim. Hoş; eve geldiğimde hiçbir sorun yoktu. Yorgun ve tembel bedenimi asansör 2. Kata çıkardıktan sonra, son bir çabayla odama vardım. Her zaman ki gibi bilgisayarın düğmesine basıp onun açılması sırasında elimi yüzümü yıkayıp geri dönecektim. Fakat bilgisayarın düğmesine basmamla elektriklerin gitmesi bir oldu. İşte gelen bu karanlığın benim aydınlanmamın habercisi olduğunu o sırada nerden bilebilirdim ki…

Modern insan evladı elektriğin gidip hayatının karardığı bu anda o kadar acizdir ki; o’nu bu düştüğü durumda teselli edebilecek tek şey elektriğin gittiği gibi bir an önce geri geleceği inancıdır. En kötü durumda; az sonra yatıp uyuyacak ve sabah kalktığında kurulu düzeni tekrar tıkır tıkır işliyor bulacaktır. Ben de zaten aynen öyle düşünmüştüm fakat bir sivrisinek bu kurulu inancımı bir daha onarılamaz biçimde temelinden yıktı. Sözü kahraman sivrisineğimize getirmeden önce biraz elektrik kesintisinde afallayan modern insandan bahsetmek istiyorum.

Söze girerken “Televizyon, bilgisayar, telefon.. hayatımızın vazgeçilmezi olan bu araçlar o kadar gereksizlerdir ki….” gibi protest ilk okul kompozisyonu tadında söylemler seçmeyeceğim elbette. Zaten derdim bu araçların ne olup olmadığından ziyade insanın bu araçları kullanamadığında düştüğü o boşluk duygusu.

İnsan evladı o elektriklerin gittiği anda “aman nasılsa sabaha gelir, dizimi de sonra tekrardan izlerim gideyim de yatayım” dememişse; bir mumun etrafına toplanıp otururken canı sıkılacak ve düşünmeye mecbur kalacaktır.

Ben de mecbur kaldım zaten… Ama daha önce defalarca o mumun etrafında oturmaktan sıkıldığım için dün gece bir an önce yatmaya karar verdim . Aklım internetten indireceğim dizide kalmıştı ama yatacaktım. Zar zor; ışıldak şurada… mum burada.. fener nerde.. derken dişimi fırçaladım üstümü değiştirdim. Artık yatıp uyuyacak ve elektriklerin sabaha gelmiş olacağını umacaktım… İşte bunları düşünüp tam uykuya dalacaktım ki “O” modern insana tokadını atmak için kulağımdan vızıldayarak geçti…

Evet elektrikler olsaydı o sineği öldürmem takriben 5 dakikamı alacaktı. Fakat o kadar acizdim ki. Mumun bittiği ışıldakların söndüğü şu anda o sivrisinekle baş edemiyordum. Rahatsız eden sesiyle kafamda dönüp uyutmuyordu beni. Bırakın o sesi; artık ben göremeden hissedemeden elimi kolumu ısırmaya da başlamıştı. Resmen alay ediyordu benimle. Bakın şaka değil burada 4 5 saatten bahsediyorum. O küçük yaratık saatlerce dalga geçti benimle. Birazcık ışığa ihtiyacım vardı. Sadece 5 dakikalık bir aydınlık onun işini bitirmeme yetecekti ama olmadı. Uykuya dalamıyor olmanın sinir bozukluğuyla yastığı bir oyana bir buyana savurmaya başladım. Belki bir şekilde denk gelirde öldürürüm diye. Ama nafile her defasında 5 dakikalık bir sessizlikten sonra gene o vızıldamasıyla ortaya çıkıyor ve gene vücudunum bir yerinde bir sızı ile ısırıldığımı fark ediyordum. O ısırıklara en iyi gelecek şey soğuk suya tutmaktı. Doğrulup el yordamıyla musluğa doğru ilerlerken şuan çişimi yapmanın bile ne kadar zor bir iş olduğunu fark ettim. Musluğu açıp elimi yüzümü yıkadım. Serinlik o ısırıkların kaşıntısını dindirmiş; biraz olsun sinirlerimi de yatıştırmıştı. Yatağıma döndüğümde tek bir dileğim vardı artık çaresizce sadece uyumak istiyordum. Beni uyandırmadığı sürece litrelerce kanımı emebilirdi.


O küçük sinek düşünmeden uyumama izin vermemişti… O an fark ettim bir sivrisinek nazarında bağlandığım şeyler yüzünden gerçek ihtiyaçlarımdan ne kadar uzak olduğumu… İnsanın “vazgeçilmezler listesi” hızla kabarırken O sivri sinek pek çok şeyi hatırlatmış oldu bana…



Sevgili okur bu yazımı o kahraman sineğe adadım kendisini sabah aradım bulamadım. Bir sineğe böyle methiyeler yazılır mı diyenleriniz varsa hala kınıyorum. En kısa zamanda elektriklerin kesildiği bir gün oturup düşünmesini diliyorum.




Sağlıcakla kalın… Görüşmek üzere

NOT: Ana fikri son paragrafında olan bir yazı yazdığım için evet yüzüm kızarıyor… Bir başka klişede daha görüşmek dileğiyle sağlıcakla kalın =)

3 Mayıs 2009

5 Haftada 8 Kilo Vermek İstemez Miydiniz?

Yaz günleri gelip geçene kadar her yerde göreceğimiz bu başlık; siz şuan bu satırları okurken bir gazetenin arka kapak güzelinin hemen altında yerini almış yada ciddi haberleri olan, ciddi adamların sunduğu, had safhada ciddi haber bültenlerinin hayvanlar alemi haberlerinden hemen önce kendine yer bulmuş olacak … “O istediğiniz bikiniyi giymeniz için kilo vermenin sırları”… “ Plajda karın kaslarınızla boy göstermeniz için sabahları yapmanız gereken 3 küçük egzersiz”… Hazır olun her şey yeniden başlıyor…

Şimdi bununla ilgili yazı yazmakta nerden çıktı diye düşünebilirsiniz; merak etmeyin buradan yaza hazırlık tüyoları verecek halim yok… Zaten benim ilgilendiğim kısım bu başlıklardan ziyade o hazırlandığımız yazın geliş kısmı…

Tanıyanlar bilir; mevsimler, aylar, hava durumu, gün, saat, gibi insanların haberdar olup sıklıkla kullandığı kavramlara pek yakın bir insan olamadım hiçbir zaman. Bir hayli derin olan saat algımın yamukluğu meselesine pek girmek istemiyorum hali hazırda dallanıp budaklanan bu yazıda. Ama durumun vahametini anlatmak için “bugün günlerden ne?” , “hangi aydayız” , “ gene yağmur yağarken ne biçim giyinmişim! Ya sahi biz bu mevsimde ne giyiyorduk ki?” cümleleriyle günlerimi geçirdiğimi söylemem yeterli olur sanırım. Yahu bir insan arabayı kırk yılda bir yıkatıp ta her seferinde yağmurun yağacağa düne denk getirmeyi başarır mı? Hiç mi buluttan havadan anlamaz efendim?... Ne diyeyim olmayınca olmuyor…

Sözün kısası ben şuana kadar yaz gelmiş kış geçmiş hiç fark etmeden yaşadım… Ama dedim ya şuana kadar diye; bu gün farklı bir şey oldu… Bu kez ben; ağaçlar, çiçekler, böcekler, arılar, kuşlar, ve en önemlisi etrafımdaki insanlarla beraber yazın gelmek üzere olduğunu zamanında fark etmeyi başardım… Ve buna “ufak olmamış erikler” , “göbeğinden kurtulmaya çalışan birkaç adam” ve “Fenerbahçe’nin sahili” vesile oldu…

Şöyle ki, her şey annemin sofraya olmamış o küçük erikleri akşam yemeğinin ardından getirmesiyle başladı… Ardından spor salonuna gittiğimde kış vakti ortalarda olmayan göbekli ağabeylerimizi, kasına kas katmak isteyen kardeşlerimi, ve hayallerindeki bikiniye sığmak için ter döken hanım kızlarımızı gördüm… Salondan çıkıp her daim gittiğim Fenerbahçe’ye vardığımda ise her şey apaçık ortadaydı… Sahile masalar kurulmuş insanlar bahçede oturmuşlardı…. O anda anladım yaz geliyordu….

Benim için zor olan işin bu fark etme kısmı sizin için pek önemli sayılmıyor elbette ama hepimiz için zor olan bölüm asıl şimdi başlıyor…

Mevsimlerin içinde en fazla özen ve emek isteyeni geliyor … Öyle kışa benzemez bu mevsim… Kışın insanlar hep meşguldürler… Üstlerinde kalın montlar; boynu, başı sarılı tipler önlerine bakarak hızlı adımlarla bir yere yetişmeye çalışırlar… O sırada etrafta olup bitene pek aldırış etmezler… Son bahar: anıları yad edip yazın bitişine mi üzüleyim yoksa onca işin gücün arasına mı dalayım ikilemiyle hızlı ve az biraz depresif biçimde geçerken bahar tam bir sarhoşluk dönemidir… Havalar hafif ısınınca insanları manasız bir mutluluk kaplar… Ama yaz öylemidir! Baharda soğuk havalardan kurtulduğuna sevinen bünye yaz gelmesiyle iyiden iyiye sıcağa alışmıştır. O şükran duygusu geçip gitmiştir yazın gelmesiyle… O manasız mutluluk yerini bilincli mutluluk arayışına bırakır. İnsanlar yazlarını güler yüzle geçirmeye odaklanırlar...

İşte sözün önemli kısmı şudur ki: - evet bende kabul ediyorum bundan önce okuduğunuz bölüm bir hayli gereksizdi - herkeslerin daha bir güzel daha bir yakışıklı olması gereken, mutlaka deniz kenarında bir yere tatile gidilmesi ve mümkünse oradan bir yaz aşkı edinilmesi elzem olan mevsim yaklaşmıştır efendim bilgilerinize arz ederim. Kimileri sever kimisi sevmez; ben karışmam ama tavsiyem odur ki hazırlıklı olun yaz kapıda… İlk kez zamanında fark etmişken paylaşayım dedim sonradan demedi demeyin…


Bu kadar mevsimlerden bahsedip ilk okul hayatımız boyunca duvarımızı süsleyen mevsimler panosunu anmadan edemezdim… Hemen buraya kondurdum bir tanesini...Özlemişim…


Şimdikiler biraz daha modern o eski tat yok gibi ama idare edicez…

Tekrar görüşmek dileğiyle... Sağlıcakla Kalın...

"168 saat için yazdığım bir yazı"

Burası Neresi?

Uzun süredir aklımda olan bir şeydi blog yazma fikri. Sonunda ayrı konuları olan blogları açıp yavaştan yazmaya başladım. Daha önceki sözlük yazılarımı, çektiğim fotoğrafları ve içimden gelenleri yazdığım yazılarımı topluca ekleyeceğim bu sayfayı da en sonunda hazır ettim.
İlk eklediğim yazı da “168 saat” e yazdığım başlagnıç yazım olsun... Bu yazıları internette yayınlama işine girişimi ve daha önemlisi başlangıçtaki ruh halimi az çok özetliyor…


168 SAATE BİR...


"Efendim blog dünyası için küçük; şu garip bünye için pek şahane bir hareket olan blog yazma işine girişimiz ve dahi yeni blogumuz vatana millete hayırlı olsun" diye başlamak istedim söze...

Fakat site ismini alıp yazı yazmaya karar verdiğim anda kafamda canlandığı gibi karizmatik bir giriş olmazdı elbet bu... Böyle tırt bir ilk yazı ile yazarlık hayatına başlamak çok yakışıksız olacaktı; zaten bu yüzdendir ki takriben bir haftadır düşünüyorum "ne yazmalıyım" diye...

İlk gün okula giderken etrafıma daha bir farklı bakayım dedim. Artık ulvi bir sorumluluğu omzumda hissetmekteydim. Bir blog yazarıydım nede olsa. Etrafıma baktım o metrobüs o vapurlar toplu taşıma ile gezmek “onca insan hayatına dokunmak onlarla aynı yöne seyahat edip farklı hayatlar yaşamak” gibi düşünceler kafamdan geçerken “ne kadar da zengin bir kaynak” dedim kendi kendime. Bütün yazarlar böyle besleniyorlardı; hayatın içinden şeyler yazma fikri ne kadarda güzeldi. Artık gözüm açılmıştı… Daha bir farklı bakıyordum hayata. Sonraki günler bu açık gözle dünyaya baktım... Ve evet tahmin edebileceğiniz gibi hiçte farklı bir şey görmedim... Başta yılmamıştım ama yazı yazma düşünceleriyle etrafıma bakındığım sırada okuluma gitmek üzere inmem gereken merter metrobüs durağını kaçırdığımda anladım ki bu iş öyle kolay olmayacaktı. Kolay olmayı bırakın benden yazar falan olmayacaktı; 168 saat gibi afili isim bulduğumuz bu siteyi de zaten eş dosttan başkası gelip okumayacaktı.

Efendim uzun lafın kısası en nihayetinde fark etmiştim ki “168saat” te bir gelip istediğim şey hakkında bir şeyler yazacağım arada birilerini gelip göz atacağı bir yerdi burası... Ne eksik ne fazla…

Bu düşünceler kumkuması ardından siteyi açtığımız tarihin üzerinden bir hafta geçmeden 168 saat raconuna uygun olsun diye ilk yazımı yazmak istedim. Şimdilik lafı uzatmadan bu yazıyı burada bitirirken yolda düşündüğüm güzel kapanış cümlelerinden birini yazmak isterdim aslında; ama maalesef şuan aklımda değil… Pekte afili pekte şahane fikirdi halbusi; kısmet değilmiş… İçinizi ferah tutun aklıma gelirse bu yazımı siler daha güzel birşey kondururum buraya hemencecik; hiçte çekinmem...

Neyse blog dünyası için küçük benim için büyük bir adım olan bu sayfa vatana millete hayırlı olsun… 168 saat sonra görüşmek dileğiyle... Sağlıcakla kalın…